28 Nisan 2021 Çarşamba

Ölüm Risâlesi- Âdil Erdem Bayazıt

ÖLÜM RİSÂLESi
-ÂDiL ERDEM BAYAZIT-


Ölüm risalesi Adil Erdem Bayazıt’ın okuyanlarında derin izler bırakan şiirlerinden biridir. Erdem Bayazıt Yunus tarzı denilen tarzda, sade ve her okuyanın anlayabileceği şekilde şiirler yazmıştır. Lâkin bu şiirler tıpkı Yunus Emre’nin şiirleri gibi derin anlamlara da sahiptirler. İncelememizi bentleri tek tek inceleyip yorumlarımızı yaparak, söylenmesi gerekilen noktalara değinerek Erdem Bayazıt’ın poetikasını da göz önünde bulundurarak gerçekleştireceğiz. O hâlde ilk bentten başlayalım.

Damla damla oluşuyor hayat
Ölüm kımıl kımıl
Duymak kolay
Anlatmak değil

İlk dizemizde hayatın damla damla oluştuğunu dile getiriyor Erdem Bayazıt. Aslında çok da doğru bir tespit değil mi? Bir bardak düşünelim. Bir de damla damla, ağır bir şekilde su akıtan bir musluk. Bu bardağı akıtan musluğun altına koyduğumuzda hızlıca dolmaz. Yavaş yavaş, sakin sakin, uzun bir süreç içerisinde dolar. O bardak dünya olsa hayat, içinde damla damla biriken sudur. Kimi zaman taşar, kimi zaman taşa taşa içinde hiçbir şey kalmaz.

Bunun haricinde hayatın damla damla oluştuğu benim aklımda Kur’an-ı Kerim’de geçmekte olan bazı ayetleri anımsattı. Bu ayetler insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerdir.

“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.” “Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik.”

“Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alekayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir çiğnem eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli Allâh pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)

Yukarıdaki ayetlerde geçmekte olan ‘’nutfe’’ kelimesi sözlükte ‘’ Duru,saf su. Döl suyu.’’anlamlarına gelmektedir. Erdem Bayazıt insan hayatının oluşum aşamasında büyük bir etken olan bu nutfeyi, bu duru ve saf suyu damlaya benzetmiş de olabilir. Aynı zamanda su ve hayat arasında bir ilişki kurulduğunda hatırıma ‘’Su gibi aziz olmak.’’deyimi de geliyor. Su gökten yağmur şeklinde damla damla indirilmiş olmasına rağmen bulunduğu yerin en aşağı kısmında durur. Değerlidir, aşağı akar, toprağa karışır, can verir. Bu sebeple burada hayata can veren ve onu güzelliklerle oluşturan şey damla damla akan sudur.

İkinci dizemizde teşhis sanatını görüyoruz. Yani insana ait olan bir özellik ölüme aktarılmıştır. Ölümün daima kımıl kımıl olduğu, daima hareket hâlinde olduğu vurgulanmıştır. Sonrasında ise devamlı hareket hâlinde olan ölümü duymanın kolay ama anlatmasının zor olduğu söylenmiştir. Öyledir de. Ölümün sesini her yerde duyabiliriz. Kimi zaman uzağımızda, kimi zaman yakınımızdadır ölüm. Hastanelerde, savaşlarda, evlerde, yakınlarını kaybeden insanların feryatlarında, her yerde... Ancak anlatamayız. Ölümü anlatmak kolay değildir.

Her an
Farkındayım
Az az öldüğümün

Kımıl kımıl kımıldayan ölümün sesini her an duyan bir insan farkındadır az az öldüğünün. Ölümün hareket hâlinde olduğu gibi kendisi de hareket hâlindedir. Durmadan ilerler son nefesine dek. Zaman akıp gittikçe, ölüm o oranda insana daha çok yaklaşır.

Bilincindeyim doğan ayın
Eriyen karın akan suyun
Ve usul usul tükenen zamanın

İnsan ilerlemeye devam ettikçe zaman akıp gidiyor. Doğan ayın, eriyen karın, akan suyun ve usul usul tükenen zamanın farkına varıyor. Nice geceler geçiyor, her seferinde doğan ayın bilincine varılıyor. Nice kışlar, nice baharlar gelip geçiyor. Karlar eriyor. Akmakta olan su ile beraber zaman da akıp gidiyor.

Erdem Bayazıt’ın çoğu şiirindeki anlam ilk olarak doğa etrafında öbekleşir. İçinde bir naiflik de taşıyan bu şiirler başlangıçta yüksek perdeli bir ses tonuyla konuşur; güneş,ay, dağ, deniz gibi iri cüsseli imgelere yaslanır. Kitleler önünde seslendirilmeye yatkındır.

Tekrarlayıp duruyor saat
Vakit de mahlûktur
Vakit de mahlûktur

İşleyen vakit bir canavara benzetilmiştir. Mahlûk kelimesi anlam noktasında yaratık sözcüğü üzerinden ele alınmaktadır. Özellikle gözle görülmeyen ancak her daim korkulan varlıklar için ele alınan bir kelimedir. Zaman da gözle görülmez, ancak ilerlemeye devam ettikçe ölüme yaklaştırdığı oranda ondan çok korkulur. Vaktin geçişini bize gösteren saat ise yukarıdaki bentte vaktin bir canavar olduğunu tekrar edip duruyor. Bu bentte de teşhis sanatına rastlıyoruz. Aynı zamanda Bayazıt’ın, şiirlerinde ahenk ve müzikaliteye büyük önem vererek ahengi oluşturacak sesleri özenle seçtiği görülür. Zaman zamansa dize tekrarlarını da bir ahenk aracı olarak kullandığı görülür. Tıpkı yukarıdaki bentte olduğu gibi. Ahengin sağlanması için yapılan dize tekrarını rahatlıkla görebiliriz.

İşliyor kalbim
Eskiyor saçlarım
Ve gözlerimin en ince hücreleri

Zaman geçtikçe kalp atmaya devam ediyor. Canlı saçların üzerine beyaz aklar düşüyor, eskiyip solmaya başlıyor. Görmeyi sağlayan ince göz hücreleri de zamanla eskiyip ya bulanık görmeye ya da görememeye başlıyor. Bu bentimizde de rahatlıkla, akan zamanın insan üzerindeki etkisine yer verildiğini söyleyebiliriz.

Okuyorum hayatı
Toprağın üstünden çok
Altındakilerle var olduğunu

Zaman geçtikten sonra insan hayatı okumaya başlıyor. Toprağın üstünde yaşayanlardan çok, altındaki ölülerle var olduğunu anlıyor. Bu bentte bir telmih de vardır bence. Tarihe… Bugün üzerinde yaşanılan vatan toprağı, altında yatan nice şehitlerle de doludur. Onlar sayesinde toprak vatan toprağı olmuş ve sonraki nesiller bu toprağa manevi bir bağ ile bağlanmıştır.

Toprak
Ölüme aç
Ölüme muhtaç
Hayat

Toprak ölüme aç, hayatsa ölüme muhtaç. Birileri yaşarken, birileri ölecek ve aç toprağı doyurmaya çalışacak. Ancak insan var olduğu müddetçe doymak bilmeyecek. Her can muhakkak ki ölümü tadacak ve bedeni toprağın altındaki yuvasına, ruhu da ahirette dünyada iken kendisinin belirlediği yere gidecek. Hayat ölüme muhtaç. Çünkü dünya hayatı da dengesini böyle sağlıyor. Birileri ölür, birileri yaşar, bir hayvan bir hayvanı yer, öbür hayvan bir başkasını. Bu denge zinciri canlılarda dahi bir kere bozulsa toparlanması çok güç olur.

Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün

Ölüm muhakkaktır. Yani doğruluğu, gerçekliği kesin olarak bilinen bir şeydir. Aynı zamanda da kesin olarak ölümsüzlüğe açılan tek kapıdır. Ölen insan, öldükten sonra ölümsüz bir can olur. Dünyada ömürleri sınırlı olsa da, ahirette onları sonsuz bir hayat bekler. Bayazıt için ölüm yok olma olarak değil, “uyanış, diriliş, yeniden doğmak, yeni bir hayata başlamak”tır. Çünkü bu hayatın bitişi, yeni hayatın başlangıcı ve ölümsüz/mutlak olana kavuşmaktır. Şair kaçınılmaz bir gerçek olarak algı­ladığı ölümü, metafizik bir pencereden yansıtır. Yaşamı anlamlandıran, insa­nın davranışlarının bilincinde olmasını sağlayan, düşünmesini sağlayan şey ölümdür. Bu hayat, ölüm için hazırlıktır. Aynı zamanda yukarıda ölüm kelimesinin tekrarları ile ahengin nasıl sağlandığı da görülmektedir.

Ölümle tanıştıktan sonra anladım
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın

Bir üstteki bentte ölümsüzlüğün tek kapısının ölüm olduğu söylenmişti. Bu bentte de ölümle tanıştıktan, yani ölümsüz olup ahirete göçtükten sonra yaşamanın yalnızca bir kimlik belgesi olduğu anlatılmış. Kimliğimizde bizi biz yapan önemli bilgiler mevcuttur. Dünya üzerindeki yerimizi kimlik belgelerimiz belirler ve kim olduğumuzu onlar gösterir. Yaşam başlı başına bir kimlik belgesi ise bu da öbür dünyadaki yerimizi belirleyen bir belge olduğunu bizlere gösterir. Dünyada ne ektiysek bu belgede yazılıdır ve öteki dünyada bu belge ile ektiklerimizi biçeriz.

Kesitler

Mahlukta devinen
Gürül gürül bir ırmaktır ölüm

Yukarıdaki bentlerden birinde Erdem Bayazıt vakti, zamanı bir mahluka yani canavara benzetmişti. Burada da mahluk kelimesini zaman olarak düşündüm. Bence ölüm zamanın içinde kımıldanan, yürüyen bir canavara benzetilmiş. Irmağın gürül gürül oluşu ise bana sesi çağrıştırdı. Yani zaman içinde yürüyen bu ölüm canavarı aslında çok sesli. Kendisini duyuruyor duyacak olana.

Babalar ölür
Dolaşır eli ölümün
Saçlarında anaların oğulların

Ben burada ölümün saçlarını toprak olarak düşündüm. Ölümün saçları diyince aklıma ilk olarak kara toprak geldi. Babalar ölünce, annelerin ve oğulların eli ölümün saçlarında yani kara toprakta dolaşıyor. Burada aynı zamanda oğul kelimesinin de eski Türkçede kullanıldığı anlamıyla; yani her iki cinsiyet için de söylenen, evlat anlamındaki oğul olarak kullanıldığını düşünüyorum.

Analar ölür
Kök salar hasret yüreklere
'Bir evlat pir olsa da'
O zaman anlar ancak neymiş öksüzlük

Anneler ölünce hasret yüreklere kök salar. Kök salan o hasret yürekten hiç gitmez ve büyür, kocaman olur. Pir ise bir konuda en çok bilgi, tecrübe sahibi olan kişilere, yaşlılara denir. Arapça'da şeyh kelimesinin karşılığıdır. Ancak tasavvufta pir; Allah yoluna sülûk eden, korkulu ve tehlikeli yerleri bilip müride doğru yolu ve faydalanacağı veya zarar göreceği şeyleri gösteren kimseye denir. Pirler tüm dünya sırlarına vakıftırlar, nefislerini öldürmüş kimselerdir. Yine de Erdem Bayazıt bir evladın pir olsa bile annesi öldüğü zaman öksüzlüğü anlayacağını söylüyor.

Bir ölüm yaşandığı zaman ya da bir kişi öksüz olduğu zaman karşı taraf yalnızca ‘anlıyorum’ der. Üzgün bakışlar atar, belki o gün gerçekten üzülür ama tam anlamıyla acıyı yaşayan kişinin hissettiklerini anlayamaz. Bu durum yalnızca ölüm için değil, birçok konu için geçerlidir. Bir kişinin yüreğinde yatan acıyı ve yaşadıklarını Allah dışında hiç kimse anlayamaz. Tabii bir de onun acısına benzer bir acı yaşayan kişileri unutmamak lâzım. Hani bir Nasrettin Hoca fıkrası vardır. Bir gün Nasrettin Hoca damda yatarken ansızın düşüverir. Hemen acı seslerinden sonra millet etrafında toplanır. Doktor getirelim mi diye sorarlar ancak Nasrettin Hoca; ‘’Bana doktoru değil, damdan düşeni getirin.’’ diye cevap verir. Çünkü biliyor ki hâlini ve çektiği acıyı en iyi tıpkı kendisi gibi damdan düşen biri anlayacak.

Oğullar ölür
Bir kafes olur ölüm
Ana kalbi bir kuştur
Azad kabul etmez

Evlatlar ölünce ise ölüm bir kafes olur. Annenin yüreği ise bir kuştur. O yürek bir kuş gibi kafesin içinde kilitli olsa da özgür olmayı kabul etmez. Evladı ile beraber kendisinin yüreği de ölür.

Sevgililer ölür
Bir hicret olur ölüm
Bir sıla

Sevgililer ölünce ise ölüm bir hicret yani göç olur. Ona kavuşma isteği ile bu dünyadan öbür dünyaya, sevgilisinin yanına bir an önce göç etmek ister âşık.

Mesela arkadaşlar
Arkadaşlıklar vardır okullarda
Bakarsın biri gelmez bir gün
Ve artık hiç gelmeyecektir
Simsiyah bir gölge düşmüştür adeta
Bahçeye koridorlara sınıflara
Bir fısıltı dolaşır dudaklarda
Kimi kirpikleri ıslak
Çökmüş bahçenin tenha bir yerine
Elinde bir çöp resmini çizer toprağa
Anıların
Kimileri öbek öbek toplanıp
Çaresizliği dile getirirler anlamsız sözcüklerle
-Nasıl olur daha dün beraberdik
-Salıncakta ‘İki Kişi’yi izlemiştik daha dün nasıl olur
-Geçen pazar kırlarda dolaşmıştık
''Göçmen kuşlar yerli kuşlardan daha mutlu olmalılar
Hayatı dolu dolu yaşıyorlar'' demişti unutamıyorum

Bu uzun bentte anlatılmak istenen her şey gayet açık ve net bir şekilde anlatılmış, okuyanın gözünde okunan kısım bir bir canlanmıştır. Çevremizde bize yakın olan biri ansızın öldükten sonra arkadaşların durumu, imkân veremeyen hâllerini görüyoruz.

Sonra bir mezarlıkta
Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkez susar
Konuşur ölüm
Ve sürer hayat

İşte ölümün konuştuğu ve ölüm sesinin duyulduğu anlardan biri. O mezarlıkta, mezarlıklarda duyulur bu ses. Yürek yanmasıyla beraber işitilen bu ses zihnimize öyle bir yerleşir ki acının tazeliği ile etkisi bir müddet sürer. Ancak sonrasında… Sonrasında hiç yaşanmamış gibi hayatlar yaşanmaya devam eder. Yaşamak zorundadır geride kalan kişiler, tutunmak zorundadır hayata bir şekilde. Çok yakın olanlar ömür boyu kaybettiklerini yüreklerinde taşısa da, kaybettiklerine bir an önce kavuşmak için yanıp tutuşsa da aileden olmayan birinin hayatından tamamen silinir insan. Sanki hiç yaşamamış ve hayatlarında olmamış gibi gibi… Âşık bir yürek sevgilinin yanına hicret etmek isteyebilir de ama bu durum da ne yazık ki çok nadir. Sevdiği insan ölünce bir başkası ile evlenir, onu sever, acılarını sarar, bazen aklına gelince buruk bir tebessümle çok ama çok kısa bir süre yâd eder, sonra hayatına devam eder. Hayat böyledir işte…

Bazan bir tekerlek altında
Ansızın gelir ölüm
Apansız biter sınav
Bir elektrik kesilmesi gibi
Kesilir tulu emel

Şair ölümün pek çok hâlini mısralara döker. Bayazıt’a göre insan ölümle hep kol kola gezse de onu nefesi kadar yakın hissetse de ölüme ansızın yakalanır ve onun ne zaman, nerede ve nasıl geleceğini bilemez. Apansız; ansızın, hiç beklenmedik bir anda anlamlarına gelmektedir. İnsan dünyada sınav hâlindedir ve aldığı nota göre, başarı durumuna göre ahirette mükâfatlandırılır. Bu sınav ise beklenmedik bir anda bitebilir. Bazen kazalarla, bazen aniden nükseden hastalıklarla… Tul-u emel ise insanın dünya hayatında ebedi yaşayacak gibi plan ve program içinde olup, çok uzun emeller beslemesine deniyor. Evet, ölümle kol kola gezsek bile ne zaman geleceğini biz bilemeyiz ve bir süre sonra sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi gelir. Her gün planlar, programlar yapılır. Ansızın gelen ölümse bütün planları bozar. Sevdiklerinin ciğerini bir de bu yakar; ‘’Daha bunu yapacaktı, daha şu hayalini gerçekleştirecekti, hayali gerçek olmuştu daha bunları yapacaktı…’’. İşte, bu tul-u emel aynı bir elektrik kesilmesi gibi ansızın ve hızlıcak kesilip gider.

Bazan ölüm vardır
Ölümden önce gelir
Mesela bir hapishanede bir hücrede yaşanır
Sorular hep yanıtsız kalır orada
Sadece konuşan rüyalardır
Yahut hayaller suskun duvarlarda
Gözler kabul eder parmaklar kabul eder
Ama beyin hep umuttan yanadır

Ölümden önce gelen ölümler… Pek çok insan yaşar aslında bu durumu. Ölü değildir ama yaşamıyordur da. Daha önce de belirttiğimiz gibi Erdem Bayazıt ölümün çeşitli hâllerini bizlere anlatmış şiirinde. Bu bentte de sorulan soruların bile yanıtsız kaldığı bir hücredeki ölümden bahsediyor. Belki de ne işkenceler, ne eziyetler çekmiştir oradaki insan. Ölmemiştir ama ölüden beter hâle getirilmiştir. Her uzvu bu durumu kabullense de bir tek beyni, hep umuttan yanadır. Yaşama tutunmasını sağlayacak şey belki de bu ufacık umuttur. İmkânsız olduğunu bilse bile ona tutunur.

Bazan akan bir film şeridinin
Tek kare donan bir fotoğrafı gibidir
Ölüm
Karşıda bir manga asker
Gözler namluların karanlık ağızlarını görmez de
Takılıp kalır masmavi gökyüzünde
Asılıp kalmış bembeyaz bir buluta

Gözlerimizin önüne akıp giden bir film şeridi getirelim. Bu film şeridini de hayatımız oluşturuyor. Bir sevdiğimizi kaybediyoruz, ölüm onu alıyor. Sonrasında film şeridinin o kısmı donuyor. Hayat donuyor. Sonraki kısımlarında da hiçbir zaman tamam olmuyor. Hani yukarıda tul-u emelden bahsetmiştik ya? İnsanın dünya hayatında ebedi yaşayacak gibi plan ve program içinde olup, çok uzun emeller beslemesi. Sevdiğimiz insan böyle emeller besliyorsa, birlikte hayallerimiz varsa hayatımız onun gittiği noktada donar.

Geriye kalan dizeleri kendimce daha farklı bir şekilde yorumladım. Karşıda on tane asker, ellerinde silahlarla gelmişler. O silahlar tek bir kişiye dönük. O hâlde silahların dönük olduğu kişi öldürülecek bir kişidir. Öldürüleceğinin ve öleceğinin, belki de şehit olabileceğinin farkındadır. Gözleri askerlerin silahlarının karanlık namlularını görmez. Masmavi gökyüzünde takılıp kalırlar, asılıp kalmış bembeyaz bir buluta bakarlar. Belki de kendisinin ruhu da biraz sonra gökyüzünde asılı o beyaz bulut gibi maviliklere yükselip o noktada asılı kalacaktır.

Ölümden uzak ölümler vardır
Gazete ilanlarında rastlanılan
Dünyaya bağlılığın zavallı
Ve muannit
Bir belgesidir
Daha çok kalanlara ait.

Bazı ölümlerse tıpkı gazete ilanlarında rastlanılan ölüm ilanları gibi ölümden uzaktır. Burada da aklıma zengin ya da tanınmış kişilerin ölümünden sonra gazetelerde verilen ölüm ilanları geldi. Ya da daha çok ölen insanların nasıl öldüklerine ait bir fotoğraf ve yazı ile verilen ilanlar. Bu ölümler bizlere oldukça uzak değil midir? Bugün bir gazete açarız ve gördüğümüz ilk ilan bir kadının cinayetine dair olur. Kadının yüzünde kocaman bir gülümseyişi olan fotoğrafının altında, nasıl vahşice o gülüşün soldurulduğu yazar. Bu ölüm bize çok uzak bir ölümdür. Ancak o ilanlar, kadının sevdiklerine, geride bıraktıklarına dair inatçı bir belge olur ellerinde.

Bir de bir örümcek ağının ortasına düşmüş
Bir sineğin titrek bacaklarında seyretmiştim ölümü

Bazı ölümlerse korkuludur. Bir örümcek ağının ortasına düşmüş sineğin öleceğini bildiği için titreyen bacaklarında görülür bu ölüm korkusu. Düşünsenize… 4 bir yandan ölüm yağıyor, zulmediliyor, tepenizde bombalar patlıyor, kurşunların arasında yaşama mücadelesi veriyorsunuz. Tüm bunların yanında namusunuza, sevdiklerinizin canına göz dikiliyor. Ölümden önce ölümü yaşıyorsunuz. Ama buna rağmen öldürülmekten korkuyorsunuz. Ölüm üzerinize türlü çeşit vicdansızlıklarla, korkuta korkuta geliyor. Ya da hastasınız ve öleceğinizi biliyorsunuz. Zaman geçtikçe o korku daha da artmaz mı yüreğinizde? Bazen ölüme yürüdüğümüzü bile bile korka korka da olsa yürümeye devam etmez miyiz hayatımızda?

Ölümler vardır:
Can kuş gibi uçar gider
Bir martının süzülüp
Kaybolması gibi maviliklerde

Bazı ölümler de vardır ki insan canı kuş gibi uçup gider. Bir martının süzülüp maviliklerde kaybolması gibi. Bana bu ölüm, ecelle gelen ölümü çağrıştırdı. Aklıma oldukça yaşlı biri geldi. Zaten ölümü beklenir. Son zamanlarında öleceğine dair pek çok işaret gösterir çevresindekilere. Çevresindekiler ölümüne hazırlanır. Ve o can da her can gibi gider.

Bir Portre

Engin sakin berrak bir denize
Uçsuz bir kumsaldan ağır ağır
Nasıl yürürse insan
Sokrates öyle yürüdü ölüme

Tilmizleri ağlaşırken
O vasiyet ediyordu:
-Asklepyos'a bir horoz borçluyuz
Unutmayınız.

Ne tuhafsınız dostlar
Güçsüz kadınlar gibi ağlaşmak niye
Yükselmek varken ölümsüzlüğe

İnancına sahip olmak
İnsan olmanın şartı
Kölelikler içinde en onulmaz kölelik
Hayatın ölümcül yanına
Takılıp kalmak değil mi?

İlkin ayaklarında duydu Sokrates
Zehirin soğukluğunu
Ve yavaş yavaş ölüm
Yükseldi göğsüne çenesine

Dudaklarında donan son bir tebessümle
Bir işaret taşı da böylece
Sokrates dikmiş oldu ölüme

Bir Porte başlığı altındaki bu kısmı tamamen aldım ve yorumlamaya tamamını okuduktan sonra başlamayı uygun gördüm. New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi'nde sergilenmekte olan ‘’Sokrates’in Ölümü’’isimli bir tablo vardır.

Sokrates’in Ölümü, Fransız ressam Jacques-Louis David’in 1787 yılında yaptığı bir yağlı boya tablodur, bir portredir. Bazı Atinalılara karşı düşüncelerini ifade etmesi ve gençlerin ahlakını bozma suçlamaları sonucunda baldıran zehri içirilerek ölüme mahkûm edilen Yunan filozof Sokrates’in ölüm sahnesini temsil eder. Tablo aynı zamanda yatağın ucunda keder içinde oturan Platon’u ve Sokrates’in dizini kavrayan kişi olarak ise Kriton’u tasvir eder. Sokrates sürgüne gitme seçeneğine sahiptir (Ve bunun sonucu olarak felsefi /filozofik misyonunu bırakacaktır) ya da baldıran zehri içerek ölüme mahkûm edilecektir. Sokrates ölümü seçmiştir. Bu tabloda, kırmızı elbiseli bir öğrencisi baldıran zehrinin bulunduğu kupayı kendinden emin olan Sokrates’e uzatır. Sokrates’in göğü işaret eden eli, onun tanrılara duyduğu derin saygıyı ve ölümüne karşı korkusuz duruşunu gösterir.

Erdem Bayazıt da Sokrates’in davasından vazgeçmeyerek öldürülmeyi kabul etmesini ve zehri içtiği anı, ölümün geliş anını bizlere sanatkârane şekilde anlatmıştır. Sokrates’in ölüm anı ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

Ölümün Sesi

Ölümden bir işaret var her şeyde
Ölümün sesini duyuyorum şarkılarda türkülerde:
-Kışlanın önünde redif sesi var
Namluların ucunda ölümün sesi!

-Bir ay doğdu geceden oy oy
Karanlığın ağzında ölümün sesi!

-Erzurum dağları kan ile boran
Vadilerin koynunda ölümün sesi

-Ezo gelin durmuş bakar yollara
Umudun ardında ölümün sesi!

-Bir ihtimal daha var
Umuddan da öte ölümün sesi!

Ölümün sesinin şarkılarda ve türkülerde duyulduğu ve bu seslerin ölümün işareti olduğu vurgulanmıştır. Şarkı ve türkülerde duyulan bu ölümün sesi bazı örneklerle de verilerek başta belirtilen anlam güçlendirilmiştir.

Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme

Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum

Anamın yüreğinde bir kor
Ölene dek sönmeyecek bir ateş
Kımıldanıp duracak hep

Karım bomboş bulacak dünyayı
-N'olurdu birlikte ölseydik, deyip duracak
Oysa insan yalnız ölür
Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak

Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm
Bir süre kaçacaklar insanlardan
Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde
Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine

Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar
-Yaşayıp gidiyorduk yahu
Ne vardı acele edecek!
Diyecekler

Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına

Erdem Bayazıt bu kısımda başlıkta da göründüğü gibi kendi ölümü üzerine bir deneme yazmıştır. Öldüğü takdirde olabilecek olanları; annesinin, eşinin ve kızlarının onun ölümünden sonra verecekleri tepkileri yazmıştır. Bu kısımda okurken tebessüm ettiğim bir yer oldu. O da Erdem Bayazıt’ın ölümüne en çabuk dostlarının alışacağını düşünmesi ve ne diyeceklerini dahi yazabilmesi. Onun dostları, kendisi de mensup olmak üzere içinde bulunduğu yedi güzel şair adam. Onun dostları, en büyük şansı olarak nitelendirdiği büyük yürekli şairler. Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Ali Kutlay… Bu derin düşüncelere sahip olan derin yazarlar bir dostunun ölümüne nasıl tepki verebilirdi ki zaten? İnsanın kendisi gibi düşünen ve her şeyini anlayabilen samimi dostlarının olması ne kadar da güzel ve özel?

Beni en etkileyen sözlerden biri de ölümün iftar sofrasına insanın oruçlu doğmasının bilinmesi oldu. Ölümün kurmuş olduğu bir iftar sofrası var ve her insan o sofraya oruçlu doğuyor. Sofraya oturup orucunu açtığı vakitse bu dünyadan alacağını alıyor ve gidiyor.

Son Söz

Ve zaman döne döne
Gelmişti başlangıç noktasına
İlk yaratılış düğümüne

Mahlukatın var olduğu
Yüzüsuyu hürmetine
Evrenin Efendisinin
Kavuşmak vakti gelmişti sevgilisine.

Erdem Bayazıt görüldüğü gibi ölüm risalesinin son sözünü Peygamber Efendimiz(s.a.v)’in ölümü ile bitiriyor. Bazı canavarlar var. Bu canavarlar öyle canavarlar ki, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, kadına bir köle nazarıyla alçakça bakan, her yönden sapıtmış canavarlar. Canavarların var olduğu o dönemde dünyaya gönderilen ve devri değiştiren alemin efendisi Rabbine kavuşmak üzere. Telmih sanatı ile o günlere dönüyor ve âdeta orada bulunanlardan biriymiş gibi efendimizin ölümünü yüreğimize saplanan derin acıyla beraber seyrediyoruz.

Hayatın menbaı
Merhametin son durağı
Madeni, muhabbet ocağının
Ateşler içindeydi
Yatağında.
İltica etmişti sanki kainat
Kutsal tenine
Hayata şafak olan alnında
Ter taneleri
Her biri insanlık çilesinden
Bir haberdi sanki
Bir an oldu
Aralandı gözleri
Sonsuzu kuşatan bakışları
Süzdü ciğerparesi Fatıma'yı
Süzdü tek tek çevresindeki
Can dostlarını
Kıpırdadı dudakları, dedi:
-Ebu Bekir kıldırsın namazı
Sonra daldı daldı uyandı
Son defa aralandı
Bakışları
Yöneldi bir noktaya
Karar kıldı bir noktada
Ve dedi:
-Merhaba ey refik-i ala!

Refîk-i a'la', yüce dost manasına gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefatından önce bu ifadeyle Allah’ı kastetmiştir. “Ben yüce dosta, yüce sevgiliye gitmek istiyorum.” demek istemiş, son nefesini verirken yüce dostu, Rabbi’ni selamlamıştır.

Olacak oldu
Akıllar kamaştı
Kalpler tutuştu
Feryat ve figan gökleri tuttu
Çekti kılıcını Faruk olan
Sıçradı orta yere:
-Kim derse ''O öldü'', öldürürüm!

Ayrılık ateşinden
Ateşin şiddetinden
Sanki bendler çözülmüş
Felekler çökmüştü
Şuur tutuşmuş
Akıl iflas etmişti.

Sonra Sıddıyk olan
Yetişti geldi
Baktı baktı yatağında hareketsiz yatan sevgiliye
Mağarada arkadaşına

Hicrette yoldaşına
Sonra baktı çevresine
Mahşerden önce mahşer hali yaşayan
Ashabına
Âline
Ebu Bekir dedi:
-Ey nas, susun!
Kim ki Resulullaha tapmaktadır
Bilsin ki Resul ölmüştür
Kim ki Allaha tapmaktadır
Bilsin ki Allah ölmez
Hayy ve Layemuttur

Ey nas, susun!
''İnna Lillah ve inna ileyhi raciun''

Faruk çok adil olması ve haklıyı haksızdan ayırabilmesinden dolayı Hz.Ömer’e verilen bir lâkaptır. Hz Ömer, Hz Muhammed'i çok severdi, tıpkı tüm Müslümanların sevdiği gibi. Ama Ömer'in sevgisi bir başkaydı ki peygamberimizin vefatını o an kabullenemedi ve “Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim” dedi. Her fani gibi Hz Muhammed'e de ölümün bir gün geleceğini bilmesine rağmen Hz Ömer, ölümü birden kabullenemedi. Ömer'i teskin ve teselli etme görevini Hz. Ebu Bekir üstlendi ve Ali İmran 44.ayeti okudu: “Kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim ki Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah, diridir ve ölümsüzdür.” Peygamber sevgisi kadar ayete karşı da boynu kıldan ince olan Ömer, yere çömelerek ağladı ve peygamberimizin ölüm gerçeğini kabullendi. Peygamberimizin vefatından sonra gerçekleşen bu olaylar Erdem Bayazıt’ın kalemiyle iliklerimize kadar işleyen kelimelerle anlatılmıştır. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(Bakara,156.)”ayeti ile de her canlı muhakkak ölümü tadacaktır denilip mahşerden önce mahşeri yaşan ashaba ölüm gerçeği bir kere daha en keskin şekilde anlatılmıştır.

Sonra eğildi sevgilinin yüzüne
Sürdü bulutlanmış gözlerini
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı ve dedi:
-Hayatında güzeldin
Ölümünde güzelsin
Öldün
Bir daha ölmeyeceksin

Erdem Bayazıt

Ve tüylerimizi diken diken eden, burun direklerimizi sızlatan, boğazımıza koskocaman bir düğümü oturtan son söz. Hayatında güzeldin, ölümünde güzelsin. Öldün, bir daha ölmeyeceksin. Hiç şüphesizdir ki ölümünden sonra bile günümüzde hâlâ unutulmayan, yüzyıllar sonra bile unutulmayacak olan, Müslüman ümmetinin kalplerinde mahşer gününe dek yaşatılan ölümsüz kişi bir tek o’dur.

Bayazıt, şiirlerinde Ölüm risâlesi şiirinde de olduğu gibi genellikle serbest nazım biçimi ve serbest ölçüyü kullanır. Ona göre biçim, şiirdeki en temel unsurlardan biridir, ancak verilmek istenen düşünce biçimden de daha önemli bir yere sahiptir. Şiirin dış yapısının iyi kav­ranıp çözümlenmesi, iç yapısının ve muhtevasının da iyi kavranıp çözümlen­mesini sağlar. İç yapı şiirdeki muhtevanın yani mana tabakasının belli şekil ve kalıplar içerisinde sunulmasıdır. Ayrıca Bayazıt, şiirlerinde yine görmüş olduğumuz gibi ahenk ve müzikaliteye büyük önem vererek ahengi oluşturacak sesleri özenle seçer. Bu nedenle edebî sanatlar, simetrik ses ve keli­me tekrarları, mecazlı, çok katmanlı ve çok anlamlı sözcükler Bayazıt’ın şiirinin en önemli özelliklerindendir. Bayazıt’ın şiirinde ahenk ve musiki şiirin, sadece estetik değerini değil, aynı zamanda anlam ve söyleyiş değerini de artıran bir unsur olarak görülür.

Gece Kuşu

KAYNAKÇA

* Havvaana Karadeniz, Adil Erdem Bayazıt’ın Poetikası, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 19 - Sayı: 36, Aralık 2016

*TDV İslâm Ansiklopedisi, Erdem Bayazıt








11 Nisan 2021 Pazar

Birkaç Portrelik Kısa Bir Hikâye

Birkaç Portrelik Kısa Bir Hikâye

 Hayatımızda olan insanları ve yüklerimizden kurtuluşu anlatmak için kısa bir hikâye yazacağım dostlar. Sizler de bu hikâyede okuduğunuz kısımları bir tablo gibi gözünüzde canlandırırsanız eğer çok müteşekkir olurum.

Ben ana karakterimi kendi yerime koyarak genç bir kız olarak düşündüm. Bu yüzden genç kız olarak anlatacağım ama o karakter sizsiniz ve dilediğiniz gibi hayal edebilirsiniz. O hâlde başlıyorum. İyi okumalar.

***

Genç kız hiçkimseciklerin olmadığı bir yerde, ayaklarını yakan asfalt üzerinde durmadan ilerliyordu. Bir köprünün üzerindeydi. Sağ yanında devasa kayalar, sol yanında ise uçsuz bucaksız bir deniz uzanıyordu. Güneş... Sanki dünyaya inmiş gibi karşısında koskocoman duruyordu. Yol uzuyordu ama bittiği yerde güneş duruyordu. Âdeta güneşe doğru yürüyordu, hem de ona bakarak!

Gözleri acıyordu güneşe bakmaktan. Hatta tamamen kararmış gibiydi ama o çevresindeki hiçbir şeye bakmamaya ant içmiş gibi büyük bir kararlılıkla yalnızca güneşe bakıyordu. Ne kadar acı olursa olsun güneşe doğru ağır adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Vücudu da yanıyordu. Terden sırılsıklam olmuştu. Beyninden hiçbir düşünce geçmiyordu. Yalnızca yürü komutunu alıyor ve aldığı komuta ikiletmeden uyuyordu. Güneş ayaklarının altındaki asfaltı âdeta eritiyor gibiydi. Bir asfalt üzerinde değil de daha çok volkan patlamasından sonra etrafa ağır ağır yayılmaya başlayan bir lav üzerinde yürüyordu. Çektiği acının haddi hesabı yoktu. Aşırı sıcak,ona nefes dahi aldırmıyordu.

Gözlerinden hiç durmadan yaşlar akıyordu. O kadar çok şeyi, o kadar derin şeyleri aynı anda düşünüyordu ki aslında o düşünce karmaşasından 1 şeyi bile düşünemiyordu. Düşünebilip de düşünememek...

Ruhsal olarak da fiziksel olarak da çökmüştü. Üzerinde sanki tüm dünyanın ağırlığı vardı. Yorgundu, tükenmişti. Sanki koskoca dünyayı sırtlanmıştı ve onun ağırlığını üzerinden atabilmek için yürüyordu güneşe.

Evet,evet! Düşünebiliyor! Bunu düşünebiliyor! Gerçekten öyle yapacak! Sırtlandığı koca dünyayı güneşe bırakıp yakacak ve kül edecek. Bu yolda kendisini de yaksa yapacak! Zaten yeteri kadar yanmıştı, kaybedecek daha fazla neydi vardı ki?

Yürümeye devam etti. Sağ tarafında kalan kayaların üzerinde, arka taraflarda birçok insan vardı tanıdığı. Kimisi her gün merhabalaştığı insanlar, kimisi okul arkadaşları, kimisi akrabaları, kimisi ise hiç tanımadıkları... Kalabalık bir şekilde toplanmış ve uzakta, kendilerine bir karınca kadar küçük görünen genç kızı seyrediliyorlardı. Hepsi de yalnızca yorum yapıyor, neden güneşe doğru bu kadar istekli bir şekilde gittiğinin altında yatan sebebi düşünmüyor, öylece izlemekle yetiniyorlardı.

''Delirmiş bu kız!'', ''Ne yapıyor o öyle?'', ''Manyak, intihar ediyor galiba.''

Oysa hayır, intihar etmiyordu. Aksine o yalnızca kendisine acı ve ağırlık veren dünyayı yakmak, kurtulmak istiyordu. Hem yalnızca kendisi için de değil, bunu arkasından sadece konuşmakla yetinenlerle beraber tüm insanlar için yapıyordu. Derin düşüncelere sahip olan insanlar neden hep deli yerine koyulurdu ki?

O esnada yalnızlığının arasında bir genç kız daha kalabalığın arasından sıyrılarak o köprünün üzerinde beliriverdi. Bu kız, onun arkadaşıydı. Genç kızın zaten çok fazla çevresi olmazdı ve arkadaş olacağı kişiyi bile özenle seçmişti. Yıllarca yalnız kalmış, sabretmiş ve sabrının sonunda mücevher gibi bir dost kazanmıştı.

Arkadaşının güneşe doğru yürüdüğünü gören kız endişeye kapıldı. Çünkü arkadaşı biraz daha yürüse yanıp kül olacaktı. Önüne baktı. Asfalt lav gibi olmuştu. Denizin üzerine kurulu olan bu köprü de eriyip her an yıkılabilirdi. Başta cesaret edemedi ona doğru gitmeye. Çünkü ona kadar gitse kendisi de o yol boyunca dehşetli bir acıya maruz kalacaktı. İzlemek istemedi. Koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu ve genç kızı kolundan tuttuğu gibi ferahlayabilmesi için köprüden aşağı attı. Sonrasında öyle bir yandı ki bu sıcaklıktan kurtulabilmek için dostunu denizde bırakıp geldiği yolu yeniden koştu. Onu orada yalnız bıraktı, sözüne sahip çıkmadı ve birliktelik kavramını unuttu. Koştuğu ters yönde yağmuru gördü ve ferahlayabilmek adına kendi canının derdine düşerek durmaksızın yağmura koştu.

 Dünyayı sırtında taşıyan genç kız denizi boyladı. Ferahlamasına ferahlamıştı belki, kül olmaktan kurtulmuştu belki ama dostunun dahi bilmediği şeyler vardı hayatında. Mesela; taşıdığı düşünceleri yalnızca kendisi anlayabilir ve kimseye anlatamazdı. Çünkü o düşünceleri dünya üzerindeki hiçbir canlıya anlatabilmek kolay değildi. İçinde yaşayıp büyüttüğü hislerin dünya üzerinde hiçbir tabiri yoktu. Hiçbir kelime yoktu işte o hisleri ve düşüncelerini anlatmasını sağlayacak! Bu yüzden sessizdi aslında. Çok konuşmaz; çok konuşup da bilmediği takdirde dahi her konuda bir fikri olanları sevmezdi.

 İyilik yapmak isterken dostu, kendisine aslında büyük bir kötülük etmişti. Çünkü genç kız, yüzme bilmiyordu. Çırpınmaya başladı denizin içerisinde. Çırpındıkça da batmaya. Kendisine hem acı, hem de ağırlığını yükleyen dünya onu o ağırlıkla batırdıkça batırdı. Boğuluyordu. Ayriyeten bu uçsuz bucaksız denizin içerisinde türlü çeşit yırtıcı balık vardı. Av kokusunu almış gibi hızla genç kıza doğru yol almışlardı.

Çok geçmeden genç kızın çevresini türlü çeşit yırtıcı balık sardı. Hepsi de onu midesine indirebilmek için can atıyordu. Kız zaten boğuluyordu. Belki de birkaç saniye sonra ölecekti. Ama yine de gördükleri onu korkutmaya yetmişti. Sıkıca yumdu gözlerini ve kendisini parçalalara bölerek sivri dişlerinin arasına alacak bu canavarların varlığını unutmaya çalıştı.

Tam bilincini kaybetmesine ve bir canavar balığın onu dişlemesine ramak kala biri dişi, biri erkek iki Yunus balığı büyük bir cesaretle, hızlı bir şekilde kalabalık canavarların arasına daldılar. Dişi olan Yunus genç kızı kıyafetinden yakaladı. Onu seri bir hareketle diğer Yunus balığının sırtına yerleştirdi. Genç kıza bir anda imkânsız olmasına rağmen güç geldi. Bilincini kaybetmedi, âdeta daha çok uyandı ve direndi. Yunus'un yüzgeçine sıkı sıkı sarıldı. O Yunuslar kendilerinin de yem olacağını biliyordu. Tüm canavarlar onların peşine düştü. Onlar ise  genç kız için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar. Daha da hızlandılar, zekâları sayesinde canavarların çoğunu atlattılar.

Genç kızı sırtına alan Yunus, ileride bir ada gördü. Yanında olan dişi Yunus da gördü ancak geriye kalan canavarlar o kadar yaklaşmıştı ki kendilerine, kızı adaya bırakamadan üçü de ölebilirdi. Bu yüzden dişi olan Yunus mizacında yırtıcılık olmamasına rağmen yönünü değiştirdi ve genç kız için canavarlarla mücadele etmeye başladı. O canavarlar bu konuda kabiliyetliydi. Dişi Yunus'un aralarından sağ çıkması imkânsızdı. Erkek olan Yunus dönüp arkasına baktı hüzünlü gözleriyle. Dişi Yunus kanlar içerisinde kalmış ama hâlâ direnmeyi bırakmamıştı. Onunla beraber ölmeliydi. Dişi Yunus olmadan kendisi bir başına yaşayamazdı. Dişi Yunus onun her şeyiydi. Ama sırtındaki genç kızı ne olursa olsun kurtarmalıydı. Dişi Yunus'un çektikleri de, kendisinin yaptıkları da boşa çıkmamalıydı.

Zor da olsa erkek Yunus sevdiğini arkasında bırakarak gen kızı adaya ulaştırdı. Onu indirdi. Genç kız derince Yunus'un gözlerine baktı ve o gözlerde... Babasının gözlerini gördü. Konuşmasa dahi sadece gözlerinin içine bakmaya devam ederek  babasının sesini kulaklarında işitti.

''Annelik ve babalık böyle bir şey canım kızım. Evlâdı için yapamayacağı ne varsa yapar. Onu tüm tehlikelerden, çevresini saran tüm canavarlardan korur. Bazen sevmiyor gibi görünebilir, gözlerinin içine bakarak seni seviyorum demeye dahi utanabilir ama sevdiğini yüreklerinden belli ederler. Evlatları için tüm fedâkârlıkları yaparlar. Annen hâlâ savaşıyor olabilir. Benim de hâlâ umudum var. Gideceğim,savaşacağım ve eğer hâlâ yaşıyorsa onunla beraber geleceğim. Ama ölmüşşe de onunla beraber öleceğim. Her zaman yanında olamayız. Biz yanında olmasak bile nefes aldığın takdirde yaşamaya devam etmek zorundasın. Rabbim seni korusun.''

Öyle içten söylemişti ki bu sözleri, genç kızın yüreği parçalandı. Suyun içerisinde gözden kaybolan Yunus'a bakarak çığlıklar atmak istedi. Neden yapamıyordu? Neden çığlık bile atamıyor ve içindeki acıyı dışarı atamıyordu?

Küçücük bir adada yapayalnızdı şimdi. Ne yiyecek, ne içecekti? 4 tarafı denizle çevrili adanın her yerinde yine canavarlar birikmeyecek miydi?

Artık emindi. Bu sefer kesin ölecekti. Yaşaması ve buradan kurtulması imkânsızdı. Dizlerini kendisine çekti. Kollarıyla dizlerini sardı ve başını gömerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Acı içerisinde öyle yürekten ağlıyordu ki, çok ama çok içten gelen dua isteğiyle yanıp tutuştuşmaya başladı. Ağzını açtı. Dua etmeye başlayacaktı.

''Rabbim...''dedi.

Yalnızca tek kelimeyle büyük bir ses işitti. Sanki dünya ortadan ikiye yarılıyor gibiydi. Başını kaldırıp etrafına baktı. Karşısında deniz kabardı. Su yükseldi, yükseldi, yükselmeye devam etti.

Bir kere daha;

''Rabbim...'' dedi.

Yine bir ses yükseldi âdeta "kulum" diye cevap verircesine. Yer gök inledi. Genç kızın yüreğindeki fırtına dindi. Korkmadı çünkü artık yanında hissediyordu Rabbinin varlığını. O yanındaysa eğer, korkmaya ne gerek vardı ki?

Su yükseldi giderek. 10 kat, 100 kat, 1000 kat... Ama genç kız suyun altında kalmadı. Oturduğu ada çoktan deniz suyunun altında kalsa bile o aynı oturuş şekliyle suyun üzerinde oturuyordu!

Deniz ve gök âdeta birleşti. Genç kız şimdi sonsuzluğun içindeydi. Suyun üzerinde yol almış, o sonsuzluk hissi ile gidiyordu. Bir müddet sonra deniz suyu alçalmaya başladı. Genç kızı güvenli bir yere bıraktı.

Ve tam da o an... Tam da o yerde...

Uykuya dalan genç kız bambaşka bir kız olarak rüyasından uyandı. Rüyasında istediği gibi kendisine acı ve ağırlık veren dünyayı güneşe atamadı, yakıp da kül edemedi belki ama farkına vardığı şeylerle tüm dünya yükünü omzundan atabilmeyi başardı.

Yalnızım zannediyordu. Oysa asla yalnız değildi.

Kimseye güvenmiyordu, dostu da olsa. Ama daima güvenebileceği, onu asla yarı yolda bırakmayacak bir Rabbi vardı.

Kendisi konuşmasa da, yaşadıkları ve hissettiklerini kimseye anlatamasa da bir tek o anlardı. Onu ondan da iyi, bir tek o bilirdi. Allah... Allah... Allah...

İmkânsızı bir tek o imkânlı kılar. Ol der ve olmaz denilen ne varsa anında olur.

Farkına varan ve dünya yüklerinden kurtulan genç kız derin ve huzurlu bir nefes aldı. Tüm acıları dindi. Attığı ve atacağı her adımda, her daim yanında ve her daim yardımcısı olan Rabbinin farkına vardı.

***

Unutmayalım arkadaşlar. Biz Allah dedikçe, Rabbimiz bizi her daim duyar. Elbet cevap verir, elbet yardım eder. O bize bizden daha yakın. O merhametlilerin en merhametlisi. Ne kadar günahkâr olsak da o affedici. Yeter ki ona 1 adım atalım. Onun bize bizden daha yakın olduğunun ve asla yalnız olmadığımızın farkına varalım. İmkânsız kelimesini hayatımızdan çıkaralım. Çünkü ol diyince olmaz denileni olduran Rabbimiz var.

Okuyan olursa eğer hikâyedeki köprüyü, güneşi, denizi, dünyayı nasıl yorumladıklarını yazarlarsa çok sevinirim. Herkesin farklı yorumlayacağına eminim. Çok da merak ediyorum. :)

Sağlıcakla kalın. Selametle...

Gece Kuşu


  



Ölüm Risâlesi- Âdil Erdem Bayazıt

ÖLÜM RİSÂLESi -ÂDiL ERDEM BAYAZIT- Ölüm risalesi Adil Erdem Bayazıt’ın okuyanlarında derin izler bırakan şiirlerinden biridir. Erdem Bayazıt...